Risale-i Nur'u diğer meslek ve meşreplerden ayıran çok ciddi farklardan biri, azimet noktasındaki ısrarıdır. Risale-i Nur, sair meslek ve meşrep mensuplarının ruhsat dahilinde, şer’an izin verilen alanlar içinde davranmasını hoş görmekle mukabil, kendi mesleği ve kendi talebeleri için ‘azimet’i öngörür. Sözgelimi, zekâtı kabul etmekte ruhsat vardır. Bu, şeriatın izin ve imkân verdiği bir husustur. Ama bu zamanda zekâtlar dahi tam anlamıyla Allah adına, halisen livechillah verilmediği için, Risale-i Nur talebelerinden zekât dahi almamaları istenir. Hele hele "Hizmetimin karşılığıdır" diye alınacak olsa, bir ihlas düsturu çok açık biçimde çiğnenmiş olacaktır.
Risale-i Nur’un pek çok yerinde, özellikle maddî konularda, bir azimet ısrarı görürüz. Meselâ "İkinci Mektup"ta da bu husus vurgulanır, iki İhlas lem’asında da... Barla Lâhikası’nda da bu hususa özellikle temas eden mektuplar vardır, Kastamonu Lâhikası’nda da. Bilhassa Emirdağ Lâhikası’nın son kısımlarında, yani Said Nursî’nin hayatının son demlerinde ise, bu husus tekrar tekrar işlenmektedir.
Bu mektuplardan anladığımıza göre, Bediüzzaman, kendisine tahsis edilen ve bugünün parasıyla milyarlar tutan bir arabayı, daha o gün sattırmış; parasını posta yoluyla hediye sahiplerine geri göndertmiştir. Karşılıksız hediye almamakta; faraza alacak olsa bu hediye ona dokunmakta, hasta etmektedir. Gıda türü hediyelerde, bu çok bariz biçimde vuku bulmaktadır. Said Nursî, ayrıca, maddî hediyeleri nasıl almıyorsa, manevî hediyeleri de almak istemediğini; meselâ ziyaretine gelmelerin de onu rahatsız ettiğini, hem manen ucuz değil, pahalı düştüğünü söylemektedir.
Lâhikalarda, Risale-i Nur’un bir esası olan bu istiğna düsturunun ve nâsdan maddî-manevî hediye ve sadaka almama esasının Said Nursî’nin tüm hayatına şâmil bir esas olduğu da vurgulanır. O kadar ki, medrese tahsili esnasında ve de Eski Said döneminde bile kendisi karşılıksız hediye almadığı gibi, talebelerinin nafakasını da kendisi temin etmiştir. "Meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken, kaidesini bozmamış"tır. Aynı hal, Yeni Said dönemi için de geçerlidir. ". . . O kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inayet-i ilahiyye ile ihsan edildi ki, o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hurufla izin vermemekle beraber, kaç senedir dört-beş vilayet vüs’atindeki manevî Medresetü’z-Zehra’nın fedakâr talebelerinin tezyinatını Risale-i Nur kendisi hediye etti."
Said Nursî, insanlardan maddî-manevî hediye, bağış veya sadaka almama düsturunu, önemine binaen, vasiyetnamesinde de belirtir. Vasiyetnamesine yazdığı zeyli, şöyle noktalar: ". . . o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum."
Başka bir vasiyetinde, bu düstur bir kez daha vurgulanır: "Kaç senedir benim yaptığım gibi, benim manevî evlatlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum."
Gelin görün ki, Risale-i Nur’a varis olma çabasındaki bizlerin bu vasiyete ne denli uyduğumuzu sorduğumda, maalesef pek de olumlu bir cevap veremiyorum. Ne yazık ki, her birimiz, değişik gerekçelerle, az ya da çok, bu vasiyeti ihmal ettik. Bir gönül dostunun yazdığı şekilde, genel tabloyu "Yere mendil serildi, ihlas bacadan çıktı" diye özetlemek dahi mümkün gözüküyor.
Kanaat, iktisat ve insanlardan istiğna düsturuna azamî derecede uyulan o günlerde edilen hizmetin onda birine bile, milyarların ‘hizmet’e bağışlandığı şu zamanda ulaşılamıyor olmasının bir sebebi, bu vasiyetin ihmali mi acaba?
Bu soruyu hayli zamandır soruyorum.
Metin Karabaşoğlu